Günün birinde geometrik artış denen matematiksel bir hesabın kurbanı olacağımızı bile bile çoğalmaya devam ediyoruz. Yerküredeki bütün kaynakları tüketene kadar da çoğalmaya devam edeceğiz. Kimse bizden aksini bekleyemez, biz insanız. Eğitilmiş ve sosyalleşmiş görünsek de, boyunlarımıza kravat kafalarımıza şapka taksak de, biz elinde oymalı, zarif bastondan çok içindeki güdülerine yaslanan evrim şaşkınlarıyız. Dünyaya, bir küçücük gözlerimizin çeperinden, bir uzaydan çekilmiş fotoğraflarından bakıyoruz, kafamız karışıyor. Biz, kendisiyle evren arasına sıkışıp kalmış, ne ilkelliğini sahiplenebilen ne de hayatın bütününü kavramaya yanaşan ama kendimize yakıştırdığımız “üstün tür” nişanıyla doğaya caka satan garip yaratıklarız.
İnsan olarak biz kendi küçük dünyalarımızdan fazlasını hak etmek için düşünmek ve üretmek zorunda olduğumuzu biliyor muyuz? Teorik olarak aydınlanmış olsak bile, birey olarak her birimizin insanlık tarihindeki rolünün ve zamanının sınırlarının darlığını kestirebiliyor olsak bile, insanın dünyada, dünyanın evrende nereye denk düştüğünü hesaplayabilsek bile, ne zaman ikinci bir insanla karşılaşsak yeni bir biçim alıyoruz. Çükü bizim küçücük minicik egolarımız var. Bizim bu küçücük, minicik egolarımız ya bir koltuğu ele geçirmeye, ya evrende bir noktayı bile doldurmayan bir tepeye bayrak dikmeye, ya da yolsa yürürken yanımızdan geçenlere omuz atmaya çalışırken ruhumuzu çürütüyor. Çünkü biz insanız, hesap yaparız. Sadece kendi küçük dünyalarımıza ait ilkel beklentilerimizi karşılamak için başka insanlar üzerinde dolaplar kurar sonra da o dolapları çeviririz. Sonra biz komik oluruz, sonra kendimize gülmeyi bile başaramayız.
Biz, kötü niyetli ellere geçtiğinde çok tehlikeli olabilecek birer silah gibiyiz. Ya da biz, eski moda film kahramanlarının bütün gerçeküstü çabalarına rağmen o kötü niyetli ellere geçme akıbetinden kurtarılamayan silahlar hakkında yazılmış acı senaryolar gibiyiz. Biz kendi varoluşumuzu evrenin varoluşu olarak tanımlayan (ya da tam tersi) küçücük, minicik insanlarız. Biz bir yandan üremeye devam ederken bir yandan da kendini yok etmeye çalışan ve bir karınca ailesinin akşam televizyonun karşısına geçip hayretle izleyebileceği türden belgesellere konu olabilecek türden yaşam formlarıyız.
Oysa bir rivayete göre ‘insan’ ız. Yani doğanın kendine verdiklerini çekip çevirebilen, şarkılar yazıp söyleyebilen, gülümseyen, ağlayan, düşündükçe büyüyen, büyüdükçe aydınlanan, aydınlandıkça gözünü kendinden ötelere çevirebilen, sağdan soldan kotardığı sıfatlara yapışıp kalmak yerine insan olarak kendini çoğalmaya çalışan, günü kurtarmak dışında dünyanın bütününü de sorumlulukları arasında gören ve üreten… Bir tüketim yöntemi olarak değil, bir değer yaratmak için üreten ‘insan’. Buradan bakınca her şeyin dengede olduğunu ve terazinin bir kefesinde insan’ın, diğerinde ise dünyanın, yıldızların, evrenin durduğunu söylemek bile çok abartılı görünmüyor. İnsan niceliğiyle değil niteliğiyle tartılmadıkça dengedeki payıda bilinmez olacak. Kendimize bakıp şaşıracağız. Biz insanız ve ben bu sözleri söylemeyi ne kadar hak ediyorum bilemiyorum. Dünyada bir insanın bir diğerine hala bir şeyler anlatabileceğinden, dinleyenin duyduklarını anlayabileceğinden, anlatanın sonuna kadar anlatma sabrını göstereceğinden ve bu iletişim ilişkisinin sonunda, atmosferde bu hikayeye dair herhangi bir iz bırakacağından şiddetle şüpheliyim. Ben artık bundan yıllar önce duyup bir kenara atmadığım ama günü geldiğinde muhakkak kullanırım diye düşündüğüm ‘sükut altındır’ hazinesini ortaya çıkarmanın bile bir işe yarayacağından şüpheliyim.
Biz varlığını ve yok oluşunu hep kendine borçlu olan garip bir ırkız. Bence biz olsa olsa bir mesajız ve okunduktan beş saniye sonra kendimizi yok etmekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder